|  
           
        DÜNYA 
          GİDİŞİNE KUR'AN NE DİYOR? 
        KUR'AN 
          NEDİR? 
                Ey 
          hakikat yolcusu! 
                 "Dünya gidişine Kur'an 
          ne diyor" bahsini incelemeden evvel Kur'an'ın ne olduğu üzerinde 
          bir parça durmamız lâzımdır. 
          Bunun için de ihlâs tedarik et,hâzır ol,öylece yüzünü Büyük Kitâb'a 
          çevir de bak. 
          Yirminci asırda Kur'an mu'cizesi karşısında kıpırdanmak yasak. 
          Beşer,ister tasdîk etsin, ister etmesin hep O'nun dediği oluyor ve olucak. 
          Beşer de ister istemez O'nun arzûsu tahtında yürüyecek. 
          Fâtır-ı Zü'l-celâl, o Kitâb-ı kerîmin ismini KUR'AN koymuş, onun için 
          dâima okunacak. 
          Bu asırda Kur'an-ı Mübîn'in açık bir mu'cize olduğunu göremeyengöz hiçbir 
          vakit göremez. 
          Elinde Kur'an bulunan kimsenin münkiri yuvarlaması hiçdir. 
               KUR'AN: Hazret-i Muhammmed'in şâhididir. 
               KUR'AN: Beşeriyyetin Fahr-i Ebedîsi olan 
          Hazret-i Muhammed'in burhânıdır. 
               KUR'AN: 
          Devr-i Muhammedî'dir. Devr-i Muhammedî, mertebe-i rahmeti geçmişdir. 
          Orada rü'yet-i dîdâr-ı cemâl tecellîsi                     vardır. 
               KUR'AN: 
          Arz ve Semâ'nın, ma'nevî hazinelerinin keşşâfıdır. 
               KUR'AN: Bütün hâdisâtın tahtında gizlenmiş 
          hakîkatlerin anahtarıdır. 
               KUR'AN: İnsânı, hakîkate sevkeden yegâne 
          mürşiddir. 
               KUR'AN: Öyle bir Kitâb-ı Semâvî'dir ki; 
          dâimâ genç ve dinçdir. Çünki ezelî ve ebedîdir. 
                              İhlâs 
          ve O'nun huzûruna giren herkes, diz dize, omuz omuza, yan yana oturabilir. 
          Herkes kendi neş'esine,                     kendi 
          meşrebine, kendi mesleğine göre ondan hissesini alabilir. O fermân-ı 
          ilahîdir. 
               KUR'AN: Vâr olan varın bütün semâvât ve 
          arzın hâlıkı nâmına bir hitaptır bi hutbe-i ezeliyedir. Onun her cihetindeki 
                              gâye, 
          saâdet-i ebediyeye da'vetdir. 
               KUR'AN: Akla nûr verir, gönüllere huzur 
          verir, geriliği kaldırır. 
               KUR'AN: Bir sır kutusudur, âşıkına açılır. 
                              İlmen 
          O'nun karşısında cebhe alınamaz. Zîrâ dâimâ hasmını muârazaya da'vet 
          eder, ilmen ve aklen tepeler. 
                              O, 
          yalnız satırlarda değil, sadırlarda da mahfuzdur. 
                              Akla 
          hitâb eder, rûha hitâb eder, vicdâna hitâb eder. Onun için ahkâm-ı nefsâniyyesinin 
          pençe-i kahrında                     mahkûm 
          olanlar, boğulanlar O'ndan hoşlanmazlar, fakat yine mahkûm olurlar. 
                              Nasıl 
          Yarasa kuşu güneşin nûrundan zevk almaz da dâimâ zulmet ararsa, nefis 
          zindânında kalanlar da O'ndan                     hoşlanmazlar. 
               KUR'AN: Dâimâ meydandadır. Hasmın inkâr 
          damarına şiddetle vurur. Kibir ve gururla basları Semâ'ya kalkanları 
          zilletle                     yere 
          serer. 
               KUR'AN: Sofrasının herkese açık olduğunu 
          i'lan eder. Akıllar, fikirler, rûhlar, kalbler o sofradan gıdalarını 
          doya doya                     alırlar. 
               KUR'AN: Öyle bir Kitâb-ı Semâvidir ki; 
          O'ndan bizden evvelkilerin de bizden sonrakilerin de haberi verilmişdir. 
                              Birçok 
          kapıları şimdi kapalı olup, istikbâlde geleceklere açılacakdır. 
                              Kur'an-ı 
          Mübîn'in bahislerindeki kudret-i câmia karşısında kim kıpırdayabilir? 
           
               Dikkat et! 
              "Kur'an neden bahseder?" deme! 
          Bak O'nun ka'rına dalan hakîkî ârif insan neler bulup çıkarıyor: 
          O Kitâb-ı Mübîn: İnsandan, vazifesinden, Kâinât'dan, Hâlik'ından, Arz 
          ve semâvât'dan, Dün-ya ve Âhiret'den bahsetdiği gibi mâzi ve müstakbelin, 
          ezel ve ebedin bütün mebâhisini de cem etmişdir. Yine tûr'dan tûra geçip 
          nutfe olan halkdan, amel sandığı olan kabir çukuruna girinceye kadar 
          olan hayâtın âdâbından tut, tâ kazâ ve kader bahislerine, hilkat-i âlemden 
          rüz- gârların esmesinden, vazifelerinden, insânın kalbine ve irâdesine 
          müdâhalesinden, bütün semâvât'ın bir kabza-i kudretde bulunmasından, 
          yerin semerâtından, ezhârından, demirinden, kömüründen, mazotundan tut, 
          tâ Semâ'nın duhanla inkısâmına ve yıldızların düşüp hadsiz Fezâ'da dağılmasına, 
          Dünyâ'nın bir imtihan sahnesi olarak açılıp kapanmasından. Âhiretin 
          ilk istasyonu olan kabirden, berzahdan, haşr'den, köprüden tut, tâ Cennet-i 
          feyz'e, saâdet-i ebediyyeye,(Elestü birabbiküm) muâhedesi olan hâdise-i 
          ezeliyyeden, rü'yet-i cemâl-i Sübhâni olan vâkıa-i ebediyyeye kadar 
          âheng ü intizâm ile ancak Kur'an-ı Mübîn beyan eder. 
          Evet, kâinatı bir saray gibi idâre edip Dünya ve Âhiret'i onun iki odası 
          olarak açıp kapayan Hâlik-ı Zîşân'ı ancak o Kitâb-ı Hâkim beyan eder. 
          O'nun ziyâsı, ma'nâsını bilenleri de bilmeyenleri de nûrlandırır. 
          O'ndaki fesâhat o kadar tatlıdır ki binlerce def'a okunsa usanmak şöyle 
          dursun, bil'akis lezzet verir. Zîra her tekrârında ayrı bedîalar, manâlar 
          gizlenmişdir. 
          Âlemde hiçbir Kitâb öyle ezberlenmemişdir. 
          Mini mini yavrunun da, pîr-i fânînin de hâfızasında kalır. 
          Az bir sözden müteessir olan en ağır bir hastanın kulağına O okunduğu 
          vakit ne kadar hoş ge- lir. Ölüm döşeğinde sevgili yavrusunun sözüne 
          gözünü açamayan muhtazıra, O okunduğu za- man, rikkatle, sürurla, safâ 
          ile bakar, dinler, onun dimâğının en tatlı şerbeti, kulağının en mü- 
          him zemzemi olur. Çünki kalblere kuvvet, basîretlere rü'yet, gönüllere 
          şifâ oradan gelir. 
          Hulâsa güneşin ziyâsı nasıl her gün "ben güneşden geldim" 
          diye kendisini âşikâr i'lân ederse, Kur'an-ı Mübîn de: "Ben Allah'dan 
          geldim, ben O'nun beyânıyım, kelâmıyım" der, kendini öyle i'lân 
          eder. 
          Ey nûr-ı irfâna tâlib hakîkat yolcusu! 
          Şuraya dikkat et, iyi oku! 
          Beşerin hayât-ı ebedîsini, baht-ı sermedîsini, kurtarmaya ve onlara 
          sâhib-i hakikî olan Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkabilecek bir vücûd-ı 
          müktesebe-i ma'neviyye kazandırmaya gelen ve a-sıl vazifeleri Allah'ı 
          beyân etmek olan ve ma'rifetullahı ve ahlâkıyyâtı, ahkâmı, O'nun murâdı 
          üzerine âmme-i beşere tebliğ eden her Peygamber, nübüvvetini i'lân etdiği 
          zaman, bulunduğu sâhada hangi şey revaçda ise mu'cizelerininmühimmi 
          o cinsden gelmişdir. 
          Meselâ: Haret-i mûsa zamanında sihir revaçda idi, mu'cize, onu cebhe 
          alacak şekilde tecellî etdi. 
          Hazret-i isâ zamanında Tıb revaçda idi, mu'cizeleri o şekilde zuhûr 
          etdi. 
          Hazret-i Fahr-i Âlem de nübüvvetini izhâr etdikleri zaman "belâğat" 
          o kadar revaçda idi ki, en yüksek miras, en yüksek meta'; ecdaddan evlâda 
          intikal eden milyonlar, hanlar, apartımanlar, debdebeler değil, belki 
          ecdâdının mânidar bir kelâmı, bir cümlesi idi. 
          Evet, belâğat o kadar revaç görmüşdü ki; bâliğ bir edîb, bir kavmin 
          en büyük halâskârı, en büyük kahramân-ı millîsi sayılıyordu. Çünki bir 
          edîbin bir sözü için îcabında iki kavim birbir- 
          leriyle harbetdikleri gibi bir sözü için de sulh yapabiliyorlardı. 
          Bir zaman gelmişdi: Bütün medeniyetler inkızar bulmuş, seciyye-i insâniyye 
          ayak altına alınmış, fuhuş memduh.edeb makduh,ırz şeref nâmına satılıyor, 
          zaif kavîden hakkını ala- mıyor, kadınlar, kocaları öldüğü vakit eşyâ-i 
          âdiye gibi miras kalıyor, evet sun'-ı ilâhî fab- rikasının en büyük 
          tezğahı olan, mahal-i takvîn bulunan kadın, hayvan gibi pazarlarda sa- 
          tılıyor,kız çocukları diri diri gömülüyordu. 
          Hulâsa, beşeriyet, seciyyesinden soyunmuş, hayvanlık derecesinden pek 
          aşağı düşmüş, put- 
          pereslik dünyanın her tarafını sarmıştı. Zulüm, cehil mevki'de idi. 
          İşte bu zamanda, ya'ni beşeriyeti en keşîf bir zulmet perdesi kapladığı 
          ve artık ne Hazret-i Mûsâ, ne Cenâb-ı İsâ, ne de başka bir peygamberin 
          o keşîf perdeyi parçalayamacağı zamanda taraf-ı ilâhî'dcen kâmet-i mevzûnuna 
          libâs-ı nübüvveti giydirilerek elindeşâhidi ve burhânı Kur'an olan Habîb-i 
          Kibriyâ, beşeriyyete tenezzülen gönderildi. 
          İşte o Kur'ân-ı Mübîn; o günün cem'iyetinin en yüksek ediblerini, en 
          fasîh hatiblerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya da'vet ediyor, 
          (on dört asra yaklaşdığı halde hâlen de Kur'an, kâinata meydan okuyor 
          ve ebediyyen de okuyacak.) O'na karşı kafasını kaldıranların damarlarına 
          şiddetle dokunuyor ve onlara: "Haydi muârazaya çıkın " diyordu. 
          Cebhe alanların ise ağızları kiltleniyor, boyunları zilletle huzûrunda 
          eğiliyordu. Kur'an yine o kadar istihzâ muâmelesi yapıyordu ki şöyle 
          emrediyordu: 
               "Haydi Kur'ânım'a nazîre getirin!" 
           
        
       |