Yeşil Hoca

BiL  BUL  OL
Amerikalıların Suallerine Cevaplar Eserler Binbir Hadis

 

DİN

       Cenâb-ı Hakk'ın ni'metleri nâmütenâhîdir. Fakat bu ni'metlerinin içerisinde en büyük ni'metidir. Zîra din, bizim nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bildirir.
Onu hakkıyla bilen kimse de; Asl'ını, Rabb'isini, Meâd'ını bulmak aşkına tutulur. Bu aşk ona vazife verir, hilkatdeki gayesini duyurur. O gayeyi duyan da felâha kavuşur.
İslâm dîni, beşeriyyetin seâdetini tekeffül etdiğinden ve ahlâk ve evsâfın da en mükemmeli bu dinde bulunduğundan, Eshvb-ı Bâsafâ'nın bütün muameleleri din üzerine idi.
Ya'ni İslâm dîninin muktezâsı ne ise, onu hem kendilerine, hem kardeşlerine, hem âlem-i insâniyyete tatbik ederlerdi.
Burada en mühim bir noktayı arzedelim:
İslâm dîni ile kilise dînini bir birlerine karışdırmamak lâzımdır.Zîra İslâm dîni ile kilise dîni arasında çok fark vardır. Kilise dîninde, din ile dünya ayrıdır. İslâm dîninde ise din ile dünya ayrı değildir. Zîra İslâm dîninde dünya, bu görülen mezâhir olarak değil, "insânı, hak ve hakîkatden alakoyan şey" diye ta'rif edilmişdir. Öyle olmasa idi, İslâm, ilimlere mevzû, san'atlere model verebilir mi idi ? Medeniyyeti taklîd edilen yerleri, asırlarca hâkimiyyeti altında tutabilir miydi ?
       Gelelim yine mevzû'umuza :
Evet, Sadr-ı İslâm'da, din neyi emretmişse o, nazar-ı dikkate alınır, onun üzerinde titizlikle durulurdu. Bu böyle bir müddet devam etdi, fakat sonraları, dînin emirleri rûha hitâb etdiğinden, nefsinin esaretinde kalanlara pek hoş gelmemeye başladı. Evvelce bizâtihî din nazar-ı dikkatde tutulurken, bu def'a onun şu'belerine âid şeyler kaaim kılınmak istendi. Binâen'aleyh din, ma'nâda zaiflemeye başladı. O muhkem i'tikadler gevşedi, alimlerin amelleri azaldı. Azalınca da âlimler emîrlere uşak oldu.
Bu hâl tecellî edince, dînin her noktası gözetilmez oldu. Yukarıda söylediğim gibi, din derken istinadlar değişdi, yerine "Vefakârlık" kelimeleri kaaim oldu. Bu kaaimolunca,yine yekdiğerinin hukukuna tecâvuz olunmuyordu, fakat, "din bunu îcâbetdirir" denilmiyordu da, "vefakârlık bunu îcâbetdirir" deniliyordu. Maksad "din" kelimesini söylememek idi.
Bir müddet de böyle "vefa", "vefakârlık" kelimeleri sürüp gitdi, fakat "asıl" üzerinde durulmadığından gitgide bu kelimeler de azaldı, bu kerre "Mürüvvet" ile amel edilmeye başlandı.
Güzel bir muamele yapıldığı vakit, "dînin emri böyledir" denmiyordu da, "mürüvveten yapılıyor" deniliyordu.
O da gittikçe azaldı, sıra "Hayâ" kelimesinin kullanılmasına geldi. "Hayâ" kelimesinin kullanılmasıda gittikçe azaldı, yerine ne kaldı bilir misiniz: "Rağbet" ve "Rehbet" kelimeleri. Yani, birisinden bir ümmîdin varsa Hakk'ı tanırsın veyâhud: Birisinden korkarsan. Demek ki Hakk'ı, Hak için tanımazsın.
Şimdi, bu kelimeler de giderse yerlerini neler alır diye herhalde uzun uzun düşünmek îcâb eder.
İşte ne vakit ki bir cem'iyyetde bu hâl başgöstermişdir, yıkım başlamış demekdir.
Hemen Cenâb-ı Hak bize dînin emirlerine samimiyyetle sarılmaklık aşkını nasîb etsin.


DİN - KUR'AN

       Acaba dünya üzerinde bugün beşeriyyetde niçin tam bir huzur yokdur? Buna tek bir cevab verilebilir, o da şudur :
Beşeriyyet: Kur'ân'ın, insânın ve cihanın câhili olduğundan.
"İlme: Hayat, cehle: Mevt" diyen bir dînin hakîkati lâyıkı ile anlaşılmak istenmediğindenç
Bunu isbât için şu kadar bir hareket kâfidir.
Bu büyük kitâbın karşısında evvelâ kendimizi tutalım; bir o Kur'ân-ı Mübîn'e bakalım, bir de kendimize bakalım :
O kitâb-ı celîl: "Ben bütün âlemlere şifâ ve rahmet olarak gelen bir kitâbım" diye sayha etdiği hâlde, biz ise onu ekseriya mezar başlarında ölüler için okunduğu vakit dinleriz.
Niçin ?
Şübhe mi var ? Yukarıda da söylediğim gibi: Kur'an'ın, insânın ve cihânın câhili olduğumuz için.
Biz her şeyden önce Kur'an'ı, insânı ve cihânı anlamadıkça hakkıyle teâli ve terakki edemeyiz.
Âşikâr soralım: O büyük kitab hiçbir yerinde insân ve cihân terakkisi için bir had, bir vakfe göstermiş midir?
Haddi, vakfeyi şöyle bir tarafa bırakalım; insanların; anladıklarının, bildiklerinin, ma'rifet ve san'at nâmına yapabildiklerinin daima az olduğunu apaşikâr i'lân etmişdir.
Yeryüzünde vâris ve hâkim olacakların, ancak yer üzerinin ma'murluğuna salâh ile çalışabilenler olabileceğini o kitab i'lân etmişdir. Ne i'lân etmişsede öyle olmuşdur. Çünki onun hükmü kıyâmete kadar bâkîdir.
Kur'an bize yerdeki, semâvâtdaki her şey'in emrimize musahhar olduğunu i'lân eder.
O böyle söylerken, ilm ve fen sâyesinde bu teshir usûlünü bulmak, dağa, taşa, havaya, suya, hulâsa her şey'e söz geçirmek yolunu elde etmek bize farz değil midir?
Artık Kur'ân-ı Mübîn'i gözümüzü kapayarak değil de, gözümüzü açarak, O'nun ka'rına huşû ve hudû ile dalarak, sadrına iç kulağımızı koyarak dinliyelim. Dinliyelim de cihad ve takvâ kanadları ile uçalım.
Kur'ân'ı anladığımız kadar takvâmız, cihânı anladığımız kadar çalışmamız, sihâdımız olsun. Zîra Kur'ân ve insan, insan ve cihân birbirinden ayırd edilmez.